Çocukluğunu, - bence – yani hayatının en güzel, en masum, en harika bölümünü kırlarda ve doğayla baş başa ve özgürce yaşayan insanlar ne şanslıdır. Tamam, şimdi ardına bakıp düşündüğünde o kişi, elde o günlerden hiçbir şey kalmadığını görür üzülerek.
Ne çocukluğu kalmıştır şimdi, ne çocukluk arkadaşları. Ne yaşadığı yerler vardır şimdi, ne oyunlar, ne oyuncaklar… Biraz daha ileriye gidecek olursak, o günlerde kurduğumuz masum hayallerin bile yerinde yeller esmektedir. Giden gitmiş, geride o günlere ait kırık dökük bir takım anılar kalmıştır sadece. İnsan bu kırık dökük anılarının hücumuna uğrar bazen ve işte o zaman içi bir hoş olur, burnunun direği sızlar.
Oyunlar oynamak için yer kıtlığı çekmezdik. Nerede oynarız diye asla düşünmez, kafa yormazdık. Her yer olun alanı, her yer top sahası, her yer gizemli saklambaç mekânlarıydı. İstediğimiz yerde bir araya gelir, bağıra çağıra, alt alta üst üste oyunlar oynardık. Arada canı yanan, mızıkçılık yapan, işin hilesine kaçan olurdu ama lider pozisyonundaki bir ağabey olaya hemen müdahale eder düzeni sağlardı.
Oyunlara öyle bir dalardık ki biz çocuklar, aklımıza ne susuzluğumuz gelirdi ne açlığımız. Ne zaman ki bir çocuğun elinde bir parça ekmekle dolaştığını görürdük, açlığımız o zaman aklımıza gelirdi. Ondan sonra bir koşu tuttururduk evlerimize doğru. Annelerimiz bir parça ekmeğin üstüne - artık Allah ne verdiyse – sürer ve elimize tutuştururdu. Bu kâh biraz toz şeker, kâh salça, kâh margarin yağ olurdu. Günümüzde ekmeklere sürülüp çocukların eline tutuşturulan krem peynir, tere yağ, fındık kreması gibi nefis yiyeceklerin adlarını bile bilmezdik. Elimize ne tutuşturulduysa alır, bir yandan yer, bir yandan da koşarak oyun alanında alırdık soluğu.
Bir de bayramlar vardı. Hem milli, hem dini bayramlar… Bayramların bayram gibi kutlandığı ve kutsandığı zamanlardı o zamanlar. Milli bayramlar bir bahane ile yasaklanmaz, içi boşaltılmaz, sadece görevlilerin görev icabı kutladığı bayram haline getirilmezdi. Tam tersine halk bu bayramlara gönülden katılır, coşar, kutlamayı gece yapılan fener alayı ile tamamlardı. Dini bayramlarsa tatil yapmak için beklenen, tatil beldelerindeki turistik tesislerde geçirilen zamanlar durumuna dönüştürülmemişti.
İnsanımız şimdiki gibi tatil beldelerinden, akıllı telefonlarla kutlamazdı büyüklerinin bayramını. Büyüklerinin yaşadıkları yerlere bizzat gider, ellerini öper, hayır dualarını alırlardı.
O zamanlar her şey doğal, her şey katkısız ve hilesizdi. Yani her şey olması gerektiği gibiydi ve insanlar yaşamaları gerektiği gibi yaşıyordular.
Ah dostlar ah! Biliyorum, sık sık nostaljik konuları seçişim pek hayra alamet değil. Gençlerin gelecekten, yaşlılarınsa geçmişten söz ettiğini de biliyorum ama neylersin… Bu yürek, bu yaşlı yürek bazı şeyleri özlüyor ister istemez ve işte böyle nostaljik takılıyor zaman zaman.
Yine şunu biliyorum ki, yaşadığımız şu dünyada hiçbir şey durağan değildir. Her şey an be an değişmekte, şu an aldığımız nefes az sonra geride kalmaktadır. Bu geride kalışlar ne kadar çoğalmışsa biz o kadar yaşlanmışız demektir.
Bir de şunu biliyorum ki; Zaman azgın bir nehir, gemi azıya almış bir at, bir aracın içinde hızla ileriye doğru yol alırken hızla üzerimize doğru gelen yol gibidir. Ne zaman hızla geçmekten geri kalır, ne biz hızla geçen zamanın içinde bir yerlere doğru yuvarlanmaktan kurtulabiliriz.
Muhteşem Dünya Tiyatrosu’nun, muhteşem sahnesinde rolümüzü oynayıp sahneden inene dek sürdüreceğiz bu görevi. Sonrası mı? Sonrası herkesin malumu be dostlar. Herkesin malumu ve bir türlü kendisine yakıştıramadığı bir son işte… Kaçınılmaz son…