Terzi kuşu ince bir söğüt dalına astığı yuvasından başını çıkardı ve çevresine baktı. Sonra gökyüzüne döndürdü başını. Yeni doğan güneş devasa bir mücevher gibi parlıyordu ufukta. Terzi kuşunun gözleri kamaştı güneşin parlaklığından ve gözlerini kapattı.
O an toprağın derinliklerinde bir şeyler kıpırdandı. Yaşlı bir köstebek dişini kalın bir köke geçirdi. Kökü koparmaya çalışırken terzi kuşunun neşeli sesini duydu. “Şu terzi kuşunu hiç anlamıyorum.” diye geçirdi aklından. “Ne anlar o tüy gibi hafif ve en küçük rüzgarda sallanan o iğreti yuvada yaşamaktan?” diye sürdürdü düşüncelerini. “Doğrusu, benim yaşantım gibisi yok bu dünyada. Benim yuvam gibi güvenlisi yok. Ne rüzgar girer oradan buradan, ne düşmanlarım…”
Terzi kuşunun yuvasının asılı olduğu söğüt ağacının yanında akan derenin billur sularında bir balık tek bir kuyruk vuruşuyla sıçradı dereden parlak güneşe doğru ve sarı yeşil renkli bir su yılanı kıvrım kıvrım kıvrandı genç bir kurbağaya doğru. Yeşil bir böceğin kestiği körpe bir söğüt yaprağı kendini boşluğa bıraktı ümitsizce. Yaprağa öyle koymuştu ki dalından ve diğer yapraklardan ayrılmak.
Yükseklerde, çok çok yükseklerde bir kel kartal bütün dikkatini gözlerine vermiş, aşağıları süzüyordu.
Kocaman bir günden minicik bir kesitti az önce betimlediğim manzara. Dünya kendi bildiği gibi dönüyordu ve üzerinde yaşayan mahlukat da kendi hayatını yaşıyordu. Güçlüsü, zayıfı, önceliklisi, olayları geriden takip edeni, güzeli, çirkini, büyük veya küçüğü, velhasıl her şey kendi yolunda gidiyor, kendine biçilen rolü yaşıyordu bu güzelim dünyada.
Bilmem kaç milyar önce yaratılan dünyamızın üzerine Adem’le Havva konuşlandırıldığından ve diğer tüm yaratılanlar Adem, Havva ve onlardan türeyecek insanoğlunun emrine verildiğinden beri aynı dönmektedir dünya. Hiçbir gün rötar yapmamış hiçbir zaman tembellik edip dönmemezlik etmemiştir. Şu güzelim dünya dönüp durur o günden beri ama yine de merak eder insanoğlu ; “ Dönen dünya mıdır yoksa biz insanlar mı? diye.
İnsanlar yaşarken düşünmüşler bir zaman gelip, “Neden geldik bu dünyaya biz?” Eğer devşiremeyeceksek bu dünyada gücü ve kuvveti, erki ve hakim olma gücünü, neye yarar yaşamamız? Ensesinde boza pişiremeyeceksek diğer insanların, gücün de faydası yok ki… Güç elimde madem bunu kullanmalı değil miyim? İnsanlar üzerinde denemeli değil miyim gücümün acı kuvvetini? Biz insanoğlu nankörüzdür nankör. Şimdi baş eğen ilk fırsatta baş kaldırmaz mı sanırsın sana? İlk fırsatta göz dikeceği ilk şey elindeki güç olmaz mı sanırsın?
Ezeceksin o zaman… Baş kaldıranı ezeceksin. Baş kaldırmaya cüret ve cesaret edeni değil sadece, aklından geçireni de ezeceksin. Mahkemeler kuracaksın senin hukukunu koruyacak. Kolluk güçleri besleyeceksin. İki kardeşten birini muhafız yapacaksın ki kendine diğer kardeşin üzerine salasın yanındaki kardeşi.
Savaş çıkaracaksın. Sen kıtlıklar üretemezsin belki ama kıt vereceksin cumhura her şeyi ve az olana şükretmeyi öğreteceksin. Sen bilmez misin ki, insanlar korktuğu zaman itaat ederler güce. Ve zinhar kahramanlar yaratmalarına izin vermeyeceksin insanların.
Böyle… Böyle… Böyle ve daha nice böyleler ardı ardına gelmiş böylece. Krallar, tiranlar, hanlar, şahlar ve padişahlar gelmiş insanların başına. Sonra da seçilmiş krallar gelmiş. Aynı imalat sonucu olan ve aynı yolu kat ederek dünyaya kapı aralayan kimi insanlar asil demiş kendisine ve kendisi gibi olanlara. Üstün saymış kendini diğerlerinden ve ensesinde bozalar pişirmiş, katı yumurtalar kaynatmış geniş kitlelerin.
Bugün aşk yok dostlar sözlerimin arasında. Bugün dostluklar yok ne yazık ki, dostluklarla ilgili güzel öyküler yok. Ozanlar kimi zaman acı da söylerler dostlarım. Acı olanlar da doğrusudur zaten sözlerin. Doğru sözler kızdırır insanları, canını sıkar ama olsun.
Ne diyeyim, bu cümlem bu günkü son cümlem olsun. Hoşça kalın. N.D.